29.12.15 2 yorum

insanlar birbirine insan olduklari yerden yaklassinlar istiyorum, çok, dimi..

yazmak mutsuzluk okuyucu,
yazmak mutsuz insan işi.

herşey yolunda giderken nankör okuyucusuna yazar.
bu yüzden yüzde elli acı okuyoruz her seferinde. 

yaziyoruz, uzuluyoruz, unutuyoruz,
adapte oluyoruz. 
degisiyoruz.
en kotusu ne biliyo musun,
biz hep etrafimizdakiler degismeye ugrasmadigi icin boyle oluyoruz.

birinin dunyasini pembeye cevirmek basitken bu kadar,
gri duvarlarla sinirlamanin kolayligina siginmayi
kim ogretti bunca insana?

umit isigi yakip karanliga bogmayi,
soz verip tutmamayi,
elinden tutup bi yolculugu paylasmak varken
sirtini donup burnunun dikine gitmeyi secen insanlar taniyorum.
anlamiyorum.

hayat cok kisa, vapurlar filan bile goremeyecek kadar bazen.
denizi doya doya seyredemeyecek,
ruzgarina yuzunu tuttugun yerleri tekrar goremeyecek,
en sevdigin dostunun sesini sana unutturacak kadar kisa.

bir kisi bile gormedim ne zamandir;
belki yarin ölür, bugun mutlu edeyim diyen yanindakini.

ben cocuguma kirli bi dunya, poset dolu denizler,
suni gubreli besinler birakmaktan korkmuyorum o kadar.

nezaketsiz nesiller, anlayissiz bireyler,
elindekini, kalbindekini, beynindekini sadece kendisi icin harcayan
benciller birakmaktan korkuyorum bu aralar.

ben cicek gibi, toprak gibi, su damlasi gibi ustune titreyerek yetistirirken
ustune basip gecsinler istemiyorum.

insanlar birbirine insan olduklari yerden yaklassinlar istiyorum,
çok,
dimi..
20.11.15 11 yorum

bebeği büyüme atağı geçirirken kendimi nerden atsam diye düşünen anneler, bi bakar mısın canım?


baktın mı?
kal şimdi öyle, camdan falan uzaklaş.
sana bu yazıyı büyüme atağı denen saçma sapan sabır evresinin
eninde sonunda bittiğini anlatabilmek için yazıyorum.
atlama!

önce anne adayları için kısa bi bilgi vereyim;
bebek öyle "minnoş minnoş koksun, koynuma sokup uyutayım,
minicik elleriyle yüzümü okşarken
pıtışcık burnundan nefesini duyayım" bişey değil.
hele ki atak haftalarındaki bi bebek, adeta tazmanya canavarı.

atak haftalarını cennetten dünyanın hengamesine düşen bebeğin
"nerdeyiz olm biz, sesimi duyan yok mu?!" haykırışları şeklinde özetleyebiliriz.

dış dünyaya dokunma, görme, algılama gibi fiziksel;
gülme, bıngıldama, üç kağıttan ağlama numarası yapma gibi
algısal bazı etkinlikleri öğrenme aşamasında uyum sağlarken
belli bi zorluk çekiyo bebek.
ve bunu bağırmak, zırlamak, hiç susmamak,
sesimi daha nasıl yükseltsem diye düşünmek,
uyumamak, annenin boynuna yapışıp ayrılmamak gibi belirtilerle bize sunuyo.

şöyle düşün okuyucu,
birden bire kendini havada bulup uçmaya çalışıyo olsan naparsın?
ben "ay düştüm düştüm düşücem, baksanıza bez mez yok mu açıverin"
diye bağırırım panik yapıp.
işte bebeğiniz de size aynen bu şekilde bağırıyo, ama korkarak.

ilk zamanlarda atak haftalarından haberi olmayan annelerde
genel olarak "ay bu çocuk hasta mı" en sık duyulan cümle.
hele bi de aile büyükleri etraftaysa;
"doymuyodur o kızım sen ne bilcen ilk çocuğun",
"kulağı ağrıyodur kulağı",
"sipraktin ya da dolven versene rahatça uyusun",
"hep senin yediğinden içtiğinden dikkat etmezsen bshabhudgauı"
fikirleri havada uçuşuyo.

ama aslında çok basit, daha fazla sabır, ilgi ve anne kokusuyla aşılabilecek
minik dönemlerden geçiyo oluyoruz.

ilk atak haftası 5. haftada gerçekleşiyo.
daha fazla emmek isteyen bebek, anneyi ilk aydan ek gıdaya,
mamaya falan yönlendirme gafletinde bulundurmasın.
onun tek manevi enerji kaynağı o.
huysuzluk, ağlama krizleri,
uykusuz geceler, gözleri kan çanağına dönmüş anneler,
hele bi de gamsız gamsız uyuyan babalar varsa
ilk atağınızı başarıyla geçiriyorsunuz demektir.
tebrikler!

bu atağın sonunda bebeğiniz muhtemelen agu bugu demeyi,
yarım ağız da olsa gülmeyi öğreniyo.
beril pıhıhaha diye bildiğin kahkaha atmıştı,
millet "ay gülümsedi gülümsedi bak bak" diye tepki verirken bebeklerine,
ben "tövbestağfurullah o neydi kız" diyenlerdendim.

bebeğinizin atak haftası genelde bir ya da iki gün sürmekle birlikte
bazen şartlara bağlı olarak bi haftayı bulabiliyo.

çikolata depolayın, akşamları kendinize çiçek söyleyin,
ev işleri için yorulmayın, uyuduğu anda uyumaya çalışın.
ve bunun gibi dönemlere hazırlıklı olun.

çünkü 8. hafta geliyo!
8.hafta ortası- 9. hafta ortası arasında
yine gece boyu nedeni bilinmeyen, konu komşuya uykuyu haram eden
ağlama nöbetleri geri geliyo.

yapmanız gerekenler hep aynı,
bu seferse ödülünüz aile bireylerini gördüğünde tanıyabilen bi bebek!
beril o zamana kadar benden başkasına gitmezken
ikinci atak haftası sonunda onu almaya çalışan insanlar arasından
dedesini, ananesini, babasını ve kuzenim şeydayı seçip
baya bildiğin tercih eder hale gelmişti.
bi de halam var ama o doğar doğmaz berişi benden önce aldığından
sanırım onu annesi sanıyodu.
zaten ona benden daha çok benziyo, bi de şimdi süt annesi oldu.
neyse konu bunlar değil.

üçüncü atak haftası 12. haftada geliyo.
size ödülü artık elindeki çıngırağı
kafasına düşürüp düşürüp bıngıldamayan bi bebek.
tutabiliyo!
ama siz yine de eline bişeyler vermeye çıngırak, bebek,
diş kaşıma şeysinden falan başlayın.
benim gibi lahmacun dürüp vermeyin.

dördüncü atak haftamız 19. hafta.
fakat 17 de de görülebiliyo.
bebekte yan dönmek, kalkmaya çalışmak gibi
fiziksel bazı aktiviteler oluşuyo.
ilgisini oyun halısıyla, havuç gibi zararsız materyallerle çekebilirsiniz.
elindekileri inceleyecek kıvama geldi çünkü.
bu atağın sonunda yatakta dönerek oynayacak, ce e yaptığınızda anlayıp gülecek
hatta beril gibi perdeyi tutup kendi kendine
etrafta kimse yokken bile ce e yapabilecek kıvama gelen
yalandan öksürüp baktığınızda kıkırdayan
oyuncu bi sıpanız olacak.
işte anneliğin tadını almaya şimdi başlıyosun dostum!

ama sıkı dur,
beşinci atak 26. haftada. ve sanırım en zor olanı.
artık takip etmekte zorlanıyosun fakat
bebek en az bi hafta süren bu huzursuzluk döneminden
artık bilinçli, yarım kilometre, oturmayı ve tutunup kalkmayı,
bazı oyunları, ilgisini çeken bişeyi uzun süre izlemeyi öğreniyo.
oyuncaklarını emiyo, annesine sarılmayı, öper gibi hareketler yapmayı öğreniyo.
benim için en keyiflisiydi,
beril durup dururken yanağını yüzüme dayayıp "ayy" diye miyavlarayak
bildiğin seviyodu beni.
millet "şuna bakın annesini nası seviyo" derken
"evet evet annesi benim! bakın benim! burdayım hey" diye bağırasım geliyodu.

altıncı atak 36. hafta.
genelde çocuğun kazandığı beceri emeklemek.
fakat beril emeklemedi hiç,
koltuk kenarlarına tutunup ufak ufak adım atmayı öğrendi.

yedinci atak 44, son diyebileceğimiz ataksa 52-53. haftada geliyo.
burdaki öğreniler, daha önceki gelişimine göre değişiyo.
berilto son atağını atlatıp hemen peşinden yürümeye başladı.

annelik senin için bi rutinse,
emin ol çok daha zorlanacaksın okuyucu.
tamam bebek senin için yeni bişey ve alışırken zorlanıyosun
ama bi de onu düşün.
hiç bilmediği bi dünyada, başkası tarafından konulan kurallar altında,
yeni beceriler edinmenin korkusu ve derdini anlatamamanın çaresizliğiyle
mızırdanıp duruyo.
dilini bile bilmediği bi yerde..

daha fazla sabır, merhamet, kuvvet dilemek;
daha fazla ilgi, sevgi göstermek bence köklü bi çözüm annelik konusunda.

"gündüz çalışıyorum, gece de bunun zırıltısını dinliyorum" dedi
geçen gün ağırladığım bi misafirim.
tamam yaşam şartları zor ama,
gündüz çalışmayı, gece de zıırltı dinlemeyi bırakıcaksın
ömür boyu maaşa bağlıyoruz ama bebeği bize ver deseler
napıcan söylesene dedim. cevab veremedi.
onun için yaptıklarını onun kafasına kakarak,
senin için kaç gece uykusuz kaldım kariyerimi feda ettim diyerek
ne anneliğin imtihan dolu zamanlarını atlatabiliriz,
ne mutlu bi genç elde edebiliriz getirdiğimiz noktada.

rutinden, önceki şartlarımızdan, ayaklarımızı uzatıp
kahve içtiğimiz kitap okuduğumuz keyif zamanlarımızdan,
dip köşe temiz evimizden, içine kolayca girdiğimiz 38 beden kıyafetlerimizden,
bakımlı saçlarımızdan, pırıl pırıl cildimizden vazgeçmek bizim tercihimizdi.
unutma okuyucu.
artık bunların yerine hayatta en sevdiği şeyin sen olduğu,
hayatını pırıl pırıl yapmak için çabalaman gereken bi canlı var karşında.

her canlı gibi onun da stres dönemleri var.
benim bu dönemlerde en büyük yardımcım
hep elimin altında olan bu atak haftaları tablosu oldu.
bu sayede "ay kesicem elimi kolumu"dan
"bi iki gün sonra düzene giricez" e yumuşak geçişler yapabildim.

hayatım boyunca "ay sen çok disiplinli bi anne olursun
çocuğuna yaklaşamayız bile" lafları dinledim anamdan babamdan.
ama olmadım.
olmamak inadıyla değil, doğal olarak olmadım.
farketmeden.

istemesin, ağlamasın, uslu dursun,
vaktini bilsin istiyosan
english home'da aksesuarlar yüzde elli indirimde bilgin olsun.

uyku düzeni, yeme saati,
uyku şekli bile her atakla birlikte değişiyo.

kendinden pay biç.
25-30 sene eğitilmiş halinle bu haldesin;
sence de biraz anlayışlı olup
anneliğin tadını çıkarmayı hak etmiyo musunuz ikiniz de?

öperim :*












27.10.15 17 yorum

güzel yarebbim yine bigün benim gönlüme göre verirken çek pampa

melaba okuyucu!

ankara hakkında gerek blogger olsun gerek olmasın,
ankarayla ilgili gitmişliği ya da fikir beyan etmişliği bulunan
herkesin başını şişirdikten sonra
yine hiçbirinin dediğini yapmadım.

ben dedim sabahtan çıkarım öğlene kadar evimi tutarım.
gevşek emlakçının birine denk gelmeseydik olacaktı,
sayesinde öğleden sonraya sarktı.

şimdi hiç bilmeyen birinin gözünden ankara nası bi yer,
sana önce onu anlatayım.

her kafadan farklı bi merkez noktası çıkıyo.
genjler kızılay merkezdir dostum hayat orda diyo,
çalışanlar çankaya iyidir orta noktadır az fazla olsun çankaya olsun diyo.

aile anneleri demetevler, bahçeli, emek hep aile yeridir diyo.
oralar da berile göre değil.

zira benim minnoşum günde üç kere apartman kapısından çıkmazsa,
sitede arzı endam etmezse, parktaki çocuklara selam çakmazsa
kapıya yapışıp miyavlamaktan bitap düşüyo.

semtleri üstünkörü dolaştım,
ankara hakikaten temiz bi yer.
düzenli, yeşil, bakımlı, sakin, kozmopolit fakat ürkütücü değil,
her aradığını bulabiliyosun ama karmaşanın içinde değil.
belediyenin önündeki fışkiye sağlam.
melihciğime biraz haksızlık ediyolar gibime geldi,
ama içini bilemem tabi onu angaralılar bilir.

aslında çok fazla şey istemiyodum.
site içi olsun, sitenin çevresi barzo dolu olmasın,
çocuk parkı olsun, alışverişi kolayca yapılıversin.
üstüne toplu taşımaya yakın, enverin işyerine kolayca gidebileceği,
maddi olarak çok zorlamayacak bi yer olursa
cream de la cream der parkelerini öperdim.

allah her zaman olduğu gibi yine gönlüme göre verdi.

semt olarak eryamanı tercih ettik.
ankaranın istanbul girişinde, istanbulun bahçeşehiri gibi bi uydu kent.
mini mini siteciklerden oluşuyo, gördüğümüz kadarıyla nezih, temiz, düzenli.
ankaranın keşmekeşinden sıkılanlar için
-bunu bi emlak reklamında duymuştum, ebet-
yeni bi yerleşim birimi gibi bişey.

sabah rastladığımız emlagcıcocug
-cicekgigız gibi bişeydi zira-
bizi önce eryamanın merkezi diye bildiğin dağına götürdü.
asfaltlanmamış bi yoldan çıkılan, metroya on otobüse yirmi kilometre ama
nasıl oluyosa emlakçıya göre ikisinin de dibi,
ekmek bitse buğday ekip öğütüp pişirmek markete yürümekten
daha kısa sürecek bi yer.
nemiş efendim, rezidansmış içi oo nasılmış.
yok dedim, içi isterse altın kaplama olsun bana göre değil.

bu sefer semt olcak semt, tamam tam size göre diyip
saat onda başka bi yere götürdü.
metrekare önemli dediğim için 125 net dediği
ama başka bi kiralık dairesinden brütün 117 olduğunu öğrendiğimiz,
kapıda saat 11.46'ya kadar anahtar beklediğimiz bi kabus daha yaşadık.

babama dedim baba bana kelli felli,
altında arabasıyla önümüze geçip
"beni takip edin sizi hayallerinizin evine götürecem" diyecek bi angara kurdu emlakçı lazım.

onu da bulduk.
babam herşeyi bulur.
o da herkesin hayalini kendi hayali gibi sanıyo olacak ki
kendi yaşadığı siteye götürdü.
ya çok minnoş adamdı, orası güzeldi de işte yine ekmek biterse mevzuu..
bi de göksu gölü manzaralı demişti, sadece çıkış kapısının "göks" yazan kısmını görüyodu.
ama olsun, orda olsak o sahip çıkardı bize sakat durumlarda.

çok bi yer gezmedik,
internetten şöyle bi bakınayım dedim ve empa gayrimenkul gibi,
bana kalırsa olağanüstü bi emlak şirketi ve çalışanı sadık beyle karşılaştık.
adam bilmediğin insan.
bildiğin insan desem az kalır,
öyle ilgili, öyle naif.
ev bulmayı bırak hayatımın yönünü bulmamı sağladı,
hiç kimsemiz kalmasa bile bi abi edindik başımız sıkıştığında arayabileceğimiz.

şöyle ki camlardan kiralık yazılarına bakıp arayarak emlakçılara ulaşırken genelde
"hee o ev duruyo ama başkaları da var,
şimdi bi yerdeyim ben sizi arayacağam" temalı konuşmalar dinlerken
sadık bey bize "buraları pek bilmiyoruz nası geliriz" dediğimde
kaç kontrollü ışık geçeceğimizi bile anlatarak tarif etti.

emekli askermiş, can siperane savunmuş vatanı vanda, ırakta, zahoda.
2400 karakolu avcumun içi gibi bilirim ben dedi.
öyle zordu ki, eşimi arar tayin çıktı derdim
nereye ne zaman demeden ben eve gidene kadar beş koli hazırlardı dedi.
çocuklarım 8. sınıftayken ben zahodaydım,
babam ölecek diye sınava hazırlanamadılar dedi.
ve en kötüsü ne biliyo musun,
soğuktan ellerimiz kemiklerimize kadar çatlardı, bu şekilde 18 sene doğuda görev yaptım
ve ankaraya geldiğimde sadece "kimin içinmiş.." diyebildim dedi.

gözüne baktığında ne dolu, ne bilge, ne efendi insan dersin ya.
ya da hiç bunu diyecek biriyle karşılaştın mı bilmiyorum ama
vatan evladı işte..
köpeklerine şehit diyenlerin gözüne sokulası bi hayat..

aradığım ilana gittik, beriş uyuyodu babam başını bekliyodu.
böyle arabanın dışında dikilmiş güneşe doğru
berişin yüzüne güneş gelmesin diye beklemiş.
dedim ne kadar anne yüreği bi dede.
beğendiniz mi dedi,
ben burdan sonra baktığım hiçbi yeri beğenemem baba dedim.

siteyi avmnin üstüne kurmuşlar okuyucu.
yani site yapıp altına avm koymamışlar,
adamlar bildiğin zeki çıkmış avmyi temel kabul edip üstüne site koymuş.
bina asansörüyle avmye iniyosun.
çocuk parkı, metronun dibi oluşu, enverin işyerine ulaşım kolaylığı,
evin cillop gibi olması hali, 4+1liği, sıfırlığı,
-sahiden cillop-
tam kapısına semt pazarı kuruluyo olması, site içi haddinden fazla güvenliği,
her binanın altında fitness salonu, gördüğüm her site sakininin
kucağında bebeği, tipi benim kafa yapıma uygun olması..
varsın ankaranın içinde olmasın,
bi metroya bakar dedik.
hem kaç kişiyi tanıyorum ankaranın içinde zaten..

öğleden sonra hemen tuttuk, akşama istanbula döndük.

taşınma, toplanma, yerleşme işleri de bu hızla biterse
değmeyin keyfime..

şimdi sırada bütün sülalemi ankaraya taşındırmak var,
azimliyim!
















8.10.15 30 yorum

çok yetkili ankara yerlilerine sesleniyorum!

melaba okuyucu..

ben istanbul'un beylikdüzüsüne taşra, uzak, aileme gidemiyorum derken
şu an ankara'dan ev bakıyorum.

ankara'ya taşınıyoruz
ki kendisi "ya" ekini ayırmaya değecek kadar bile özel değildir benim için aslında..

nefret ederim, zerre kadar bilmem ankarayı.
şöyle ki nereler işlektir bana göredir anlayabilmek için
"ankara english home" diye arattım,
konumlardan bakıp civardaki sitelere göz gezdiricem.

daha on dakikadan içim karardı.
tamam diyorum ev geniş, güzel, temiz.
ama arkası dağ.
bildiğin dağ, taşlı topraklı.

var mı ben sana ankara'nın bebeğini, etilerini buldum diyen?

allahın aşkına bi bilen bildirsin..





25.9.15 6 yorum

kız demiş ne kadar da lililili bir gün.


melaba okuyucu!

26 oldum!

kurban olayım seni yaradana temalı bi domgünüyle geçiştirecek değildim.
neticede bir eskişehir plakası kolay yetişmiyor.
kalk kalk dedim envere,
bugün "kalk domgünü kahvaltısına" günü.

beriş 22, ben 24 eylüllüyüm.
şükretsin ki dedem 25 eylül, git onları da al gel demedim.
arada böyle düşünceliliklerim vardır.

sonrasında kendime bi domgünü dondurması,
domgünü kitapları ısmarlattım.
gittim kendim seçtim,
etiketleri üstünde kalabilir ama hediye pakedi yaptır
ben dışarda gezcem berişle, haberim yokmuş gibi ver sonra dedim.
bi kere de dönüp demedi ki sen gerizekalı mısın
bugün 25 eylül.
-ebet burda gerizekalı sıfatını sadece tarihten dolayı hakediyorum-

sırf kolaylık sağlamak için,
yoksa allah korusun hiç ihtiyacım olmayan bi bilgisayara falan
dünyanın parasını verme hatası yapabilir 
arada böyle ne yapacağını bilmemezlikleri oluyor.

geçen yıl iki günlük anneciktim,
ne çok emek vermişliğim vardı ne çok kahrını çekmişliğim.
ama bu yıl anladım ki,
her doğum günümü daha değerli kılacak bi hediyeye sahibim.
rabbim isteyen, kıymetini bilecek, kendinden daha çok önemseyecek
herkese nasip etsin..

bu yıl anladım ki,
anneni ve babanı asla ihmal etmemen gerekiyo.
bunun anne olmamla ilgisi hiç yok,
bunun zor zamanımda onlardan anneliği ve babalığı çok daha iyi öğrenmiş olmamla ilgisi var.

bu yıl anladım ki,
başkasının kararları için kendi kararlarından vazgeçebildiğin zaman "biz" oluyosun.
başkasını mutlu etmek için çabaladığında,
kendin için çabaladığından çok daha mutlu oluyosun.
kendi ihtiyaçlarını bi kenara itip
"onlar için öylesi daha rahat olacak" diyebildiğinde aile oluyosun.
seni umursamayanlara inatla gülümseyerek, ilgilenerek,
sana hiç sormadıkları "bi ihtiyacın var mı" sorusunu tekrarlayarak,
en çok ihtiyaç duyduğunda kapını çalmayanlara
"ben yardım ederim" diyerek yüreğini kocamaaan bi buluta çevirebiliyosun.
ve böylece daha çok sevgi sığdırabiliyosun!
bingo!

bu yıl anladım ki,
parayı, konumu hayatının amacı haline getirenleri
hayatının aracı yapmadan şöyle derin bi oh çekemiyosun.
seni anlamak istemeyenlerin
geri kalan herkese karşı çok anlayışlı olduğunu gördüğünde
onlara karşı "sen basitsin işte anlayışla karşılamak lazım" demek çok da zor bişey değil.

bu yıl anladım ki,
insanlara kendini anlatmaya çalışırken kaybettiğin zaman,
onlar seni anladığında onlarla geçireceğin zamandan
çok çok çok çok çok daha kıymetli.

bu yıl anladım ki,
şu hayatta kazanabileceğin en değerli şey insan.
önemli olan seninle ilgilendiğinde, kararların için seni desteklediğinde,
senin isteklerin için çabaladığında değil
onun kararları için, hedefine ulaşmak için çabaladığında
yanında olabilmen.
ve bunu ondan aynı özveriyi beklemeden yapman.
çünkü ünlü bi türk düşünürü der ki
-yazar burda tolkien'den bahsediyor-
"insanoğlu nankördür."

insanın okuyucu,
ben sevilecek bi insanım dedikten sonra
kafasını yastığa koymakla ilgili hiç bi sorunu kalmıyo.
uyumlu, yardımsever, paylaşımcı olduktan sonra
seninle ne kadarını paylaşacakları tamamen onların kazanım ve kayıp tablosunun hanesi.

ben bu yıl anladım ki,
kendine yeni bi hayat kurmak zor değil.
zor olan bu hayata dahil olanların dengesini kurmak.
ve eğer seni saran kocaman bi ailen varsa,
onlardan birinin eksik olduğu bir doğum gününe kadar
en iyisi, en mutlusu hep bi sonraki olacak.

26 yaşım bana bir süt evlat,
iki madamkoko poşedi,
bi içindekine birazdan hunharca sürprizmiş gibi davranacağım
diyenar pakedi,
ağzımdan hiç düşmeyen "allam hiçbişeye yetişemiyorum"
"bu ev niye böyle dön dolaş topla"
"kızım allah rızası için bağırma"
"yaaa minnooooğş" cümleleri,
ve beril harikasının bi yaşıyla geldi.

allah nasip eder de görürsek,
bakalım 27de neler değişmiş olacak..













16.9.15 6 yorum

hunharca şükretmenin dayanılmaz hafifliği

gummornin okuyucu!

neden eskisi gibi yazmıyosun demiş meylinde,
çünkü allahım yetişemiyorum hiçbişeye..

beril kucağımda kalkıyorum,
-ki zaten kucağımda yatmıştım-
kahvaltı hazırlayıp onu mama sandalyesine oturtmak için savaşıyoruz önce.

babasıyla kahvaltı ederken evi toplayayım diye girişiyorum ben.
anne kahvaltısı diye bişey yok çünkü..
döndüğümde mutfak savaş yerine dönmüş oluyo,
mutfağı toplarken odalar tekrar savaş yerine dönüyo.

dönüşümlü olarak dört odada koştururken
allam sen parayı kime vereceğini biliyosun,
iyi ki çok zengin değiliz on onbeş odayla nası başederdim ben diye
hunharca şükrediyorum.

sonra hanfendinin altı, üstü, saçı, her dış kapıyı gördüğünde
beni çıkarın diye ağlaması derken
günde bir kez yarım saat olan ve hasretle beklediğimiz öğle uykusuna kavuşuyoruz.
sevenleri kavuşturan rabbime yine
hunharca şükrediyorum.

sonrası biraz daha kolay oluyo,
gece topladığı enerjinin yüzde yetmişini harcadığı
ben de işlerimi hafiflettiğim için
e babamız da evde, hop gezmike!

en zor zamanlarında olmasa da
annelere yardımcı olabilmesi için babaları bazen evde bırakan allaha
hunharca şükrediyorum.

gün bitene kadar ben de bitiyorum.
saçı başı dağınık, haşofmanları üstüne yapışmış,
bi fincan kahveye hasret, topukları ağrımış, gözleri kanlanmış bi şekilde
nereye düşsem de azcık uyusam diye bakınırken
berili yatağına sağlıkla, karnı tok, yüzü gülerek yatırabildiğim için,
hunharca şükrediyorum.

her gün aynı bu aralar,
hayatındaki monotonluktan sıkılıp isyan edenlere duyurulur.
hele ki benimki gibi bi tempodan çıkıp
dağ başı gibi gelen bi yerde
eve kapanarak bunca zaman geçirmek inanılacak iş değil.
ama mecbur, şükrediyorum..





3.9.15 4 yorum

hello sept!


miribi minnoşlar!

tekrar eylüle, yeni bi eylüle,
karnımdakinin yanımda; yanımdakilerin kalbimde olduğu bi eylüle kavuşturan
rabbime şükürler olsun!

istekram kullananlarınız yoktur belki,
ve belki hayatınızdaki tek dert de berişi görmektir diye
dedim şunun modaya uygun bi fotosunu koyyum.
gördünüz de hepinizin omuzlarından bi yük kalktı demi?
eveeet dediğinizi, oh çektiğinizi duyar gibiyim.

 çünkit hepimizin bildiği ve müdahale edemediği üzre
artık moda bonesiz başörtü, kıvrık paça, kısa kol,
ve görünen boyun boğaz şeklinde ilerliyo.

dudak büzmek, kaş boyamak, küpe göstermek çağında olsaydı
emin olun o şekilde de poz verdirtirdim.
hayır bi de böyle fotoların altına hijab diye etiket yapıştırıyolar,
allam çok rererö.

neyse her eylülde olduğu gibi
bu eylülde de bir yıllık değerlendirme toplantısı yaptık kendimle.

geçen yıldan bu yana;
anneliğin en zor senesini atlatmış bulundum.
bu aşamaya yeni girecek olanlara söyleyebilirim ki;
zor bi bebeği olanların bile dayanması gereken süre maksimum yedi ay.
sonrası çok keyifli, her anı yepyeni bi öğrenme süreci.
ki beril sare çok zor bi bebekti
seneler sonra bunları okusun da gelsin
annicim gel ağzını yediğim yordum mu ben seni desin diye yazıyorum.

geçen eylülden bu yana 16 kilo, iki tutam kirpik,
bir arkadaş, en az on beş kendimi zorla inandırdığım durum,
ve bazı kişilere duyduğum ümidi kaybettim.

babamızın mesleği değişti.
lanet olsun, sebebi neydi ki?!
şaka şaka bu repliği kullanmasam ağzım yamulurdu,

belki de hayatımda en çok şeyi öğrenmemi bu sağladı.

ilk evvela kimin umrundayız, kimin değiliz.
kim bahane buluyo kendi umursamazlıklarına;
kim en önemli ihtiyacını bi kenara itiyo bizim zor durumumuz için..
unutamayacağım şekilde yer etti beynimde.

sonra yalnız kalırsa ne yapmalı da yetmeli insan çocuğuyla kendisine,
anne ne demek,
hayatımız ne kadar rutin ne kadar açığız değişikliğe.

insan eşi, çocuğu, annesi, babası, ailesi için ne kadarını değiştirebilir hayatının
ve ne kadar kapatabilir kendi hayatını başkalarına.

sevdiğin, saydığın birinin tavırları ne kadar kötü hissettirebilir sana,
hayatında başkasından hiç görmediğin şekilde nasıl dışlanmış hissedersin.

nerde mutlu olduğuna nasıl karar verirsin,
insanın evi nerdedir; sevdiklerinin yanında mı yoksa sevdiklerinin iyiliği için olan yerde mi..
veya seni sevenlerin olması evinin orası olmasına yeter mi.
ya da severler mi seni gerçekten, seviyormuş gibi görünmeye çalışanlar.

işte bunların cevaplarını biir bir buldum.

daha sabırlı, daha sağduyulu, daha empati sahibi olmayı öğrendim.
hayatıma zorla sokmaya çalıştığım insanların
bir adım bile atmadığını görüp
enerjimi, sevgimi ve emeğimi daha hak eden insanlara vermeye karar verdim.

senelerdir düşündüğüm çalışmamak beni nasıl bi insana dönüştürecek,
onca yıl onca şey okudum emeğimin karşılığı ne olacak sorularını
berille geçirdiğim ilk dakikadan itibaren
boşa düşünmüş olduğumu farkettim.

hele maaşının en az yarısını bakıcıya vermek zorunda kalan,
o maaşa çok da ihtiyacı olmayan
yavrusu daha bir yaşında olan arkadaşımı görünce.

sen hayatla ilgili boş şeyler düşünüyosun okuyucu.
kendince saçma sapan planlar yapıyosun.
beni severler mi, kabul ederler mi, vaktimi nasıl geçiririm,
ne yapsam mutlu olurlar gibi onlarca zırvalık için
dakikalarını saatlerini gecelerini harcıyosun.
ama hayat sana gösteriyo.

sabretmek gerekiyo.

bi sonraki eylülle buluşur muyuz bilmiyorum ama,
çok merak ediyorum neler değişecek..











2.9.15 2 yorum

bizi nasıl affetsin..



gördüğümden beri berile bakıp bakıp ağlıyorum.
burnumun sızısı geçmedi, geçmesin de.
denize gözüm takıldıkça neden allahım diyorum.

isyan etmenin manası yok.
evet, vatan haini bir oy için bi taraflarını yırtanlar
sahillerde içkilerini yudumlamakla meşgul bu bebeği görmeden.
evet, bir ağaç için ortalığın anasını ağlatanların umrunda değil.
evet, karaya vuran bi balina olmadığından çevreciler takmasa da olur.
kumdan çıkarılması gereken bi yumurta değil, kaldırmayın dursun orda.
belki insanlığımızdan utanırız biraz.
kaldıysa insanlık,
kaldıysa utanmadan bu hale getirdiğimiz dünyadan
bi nefes daha alacak yüzümüz.

üzülmenin zerre kadar faydası yok,
ama rabbim içi sızlamayana evlat aratsın diye beddua edesim geliyo.

allahım neden..
bu kaçıncı masum, bu nasıl bir imtihan..







27.8.15 5 yorum

meryem.



bugünün filmi meryem.

at yapım, zeynep çamcı.
gördüğümde asla atlayamayacağım iki unsur.
önce kamera arkasını izlemiştim ben.
yosunlardan huylanıp minnoş minnoş ağlayan
zeynep çamcıyı görünce aman yarebbim dedim
bu nası bi kedi yavrusu insan!
yerim seni karaboncuk!

üstüne ismail hacıoğlu var, zerrin sümer var.
harika çekimler, arka plandan geçen türk sineması müzikleri,
negzel bi yerde yaşıyoruz dedirten manzaralar,
sahipsizlik, sen arama ben ararım,
biz anamızdan böyle gördük, kadının kadına yaptığı,
dicem tabi ki..

ve diyo ki;
"bulcakmış bi hal çaresini.
bok bulur.
sanki bulduğunun kıymetini bildi de."

inşallah ikincisi çekilir!




23.8.15 4 yorum

dilegini tutmus, sayar sonsuzdan geri..

ya keske yarin sabah kalktigimda sinsi, etrafindakilerin mutsuzlugundan beslenen
ikiyuzlu insanlar duzelmis olsa;
ya da yarin bambaska bi yerde sevdiklerimle devam etsem hayata.

ya adalet duygusundan yoksunluklari, körlükleri,
hersey gün gibi ortadayken hak etmeyeni kirmalari bitse insanlarin;
ya da kalpleri hic onarilmayacak sekilde bi kirilsa da
anlasalar.

ya verebilsem kendi istedigim kararlari,
olsa yaptirim gucum
ya da yapabilecek gucu olanlar beni gercekten sevse de cabalasa.

ya ben degissem, ya onlar.
ama keske yarin sabah hersey bu kadar kafa yorucu olmasa.

27.7.15 8 yorum

bu son olsun.

biz batida haberlere uzulup sadece dua ederken, tatillere giderken, kilolarimizdan yakinirken, misafir menuleri pesine duserken, enerjisini atsin diye cocugumuzu eglendirirken kimbilir kac anne cocuguna yaniyo.

kac anne korkuyo evinin isigini acmaya, haberlere bakmaya, sehit isimleriyle gozgoze gelmeye.

kac anne pisman verdigi oydan, takindigi tavirdan, kaci keske dogurmasaydim da can verdigini gormeseydim diyo.

bizim okuyup dayanamadiklarimizi, kendi yerimize koyarak dusununce nefes alamadiklarimizi kimbilir kac anne yasiyo.

ulkeyi ne hale getirdiler, en urkutucu hayvan bile yanlarinda masum kaliyo. dilerim saldirdiklari ambulanslara muhtac kalirlar. dilerim doguma giderken kacirdiklari annenin ahi kisacik omurleri boyunca peslerini birakmaz, dilerim bu vatanin evlatlarinin verdigi vergilerden tek bir kurus hdplilerin o pis kursaklarina girmeden meclisten defolurlar, dilerim hepsi yarin sabah geberir gider.

#kahrolsunhdp #kahrolsunhdpyandasları #kahrolsunpkk
22.7.15 6 yorum

biri bana bi demet ortanca alıp müsrifliğime hayvan gibi şii yapsın.

iygeceler okuyucu!

daha iki senelik bile kendi evli değilken
evdeki fazla eşyanın haddi hesabı yok.

hesap demişken, nası vercem hesabını hiç bilmiyorum.

önce kütüphane yaptım bi odayı.
beriş doğunca rafları başka odaya taşıdım,
ama halısı malısı hep kaldı.

sonra mutfak perdelerimi her gördüğünde
"bu ney laan" diyen emberden ötürü
perdeleri değiştirmek zorunda kaldım.

aman da yeni gelin evi ağır olsun akıllarına uyup aldığım
fon perdeleri birer birer bazanın altına kaldırıp
onların yüzde biri fiyatına ikeadan falan aldığım fonları doldurdum eve.

sen sen ol okuyucu,
kendin ne istiyosan onu al.
çok güzel olmasa da oluyo, seni mutlu etsin yeter.
(yazar burda evliliğin temelini çözmüş olabilir.)

züccaciye dediğimiz anlamını bilmediğim gruba,
dolaplara sığmayan kap kacağa
henüz girmiyorum bile.

ben mutsuzken ya misafir ağırlıyorum, ya dolap stokluyorum,
ya da ev eşyası bakınıyorum deli gibi.

oysa git yirmi lira ver saçını kestir,
hadi elli lira ver ayakkabı al dimi.

yok.
illa müsriflik, ingilişhomu mudoyu zengin etmek olsun.

geçen hafta kuzenlere halı bakarken
yani amaç sırf onlara yardım etmekken
bi halıya aşık oldum.
ama nası bi halı..
ama nası bi halı.
ama nası bi halııığğ!

daha yepisyeni, ulttra kalite, ekstra zerafetli halılarım duruyo.
git kız git burdan dedim.

sonra aklımda kalıcağını biliyorum ya,
istedikleriyle hiç alakası olmamasına rağmen
aldırdım kuzenlerime iki tane.
bi bende olsuncu değilimdir.

onlara gittiğimde içim mi yansın,
üç günlük dünya bana zehir mi olsun,
parayı mezara mı götüreyim derken oturttum berişi halının üstüne.
"ağla kızım bunu istiyom diye" dedim.

halının kalitesinden anlıyo kerata.
miyavlayıp yuvarlandı,
"ayy" "zizii" falan diyip sarıldı.
abi sar bundan bi tane bana da dedim.

sonra sıra geldi odayı halıya göre değiştirmeye.
-yazar burda perdeleri iki ay önce aldığından bahsetmiyor.-

daha evde bile değilim, gitmeye aylar var.
bu sebeple o zamana kadar onlarca dekorasyon önerisini elden geçirebilirim diyip
halım harika mükemmel eşi benzeri olmayan ortancalardan
oluştuğu için, ortanca ve pastel temalı bi bakındım.
(bkz: temalı bakınmak)

euroflora'dan da demet demet ortanca siparişi verdikten sonra,
sıra geldi eylül beklemeye!

çok yapılası işler peşindeyim!




19.7.15 6 yorum

"neyse ben bişey demiyorum" diye yazılır, "bu kafayla devam et bak ben senin ağzına tükürmez miyim" diye okunur.


ama bunlar tabi ki başlıkta kalır.

iyakşamlar okuyucu!

buraya geliş sebebin olan başlık
toplumsal durumlarımız,
büyük olana öküzlük yapmasına rağmen saygı duymak zorunda oluşumuz,
küçük olduğumuz için ego göçüğünde kalma zorunluluğumuz,
bi halt becerememişler tarafından ezilmeye çalışılıp
napıcan bunu da böyle kabul etcen diyenlerimiz,
yeni başladığı için eskiden eksik görülenlerimiz,
maddi durumu daha yeterli olduğundan yukarıdan bakanlarımız
ve bunlar gibilerimiz
-ki daha fazla sıfatlandırılmayı haketmiyolar-
yüzünden sonsuza dek başlık kalmaya mahkum.

böyle normlaşmış saçmalıklar olmasa,
herkes dilediğince içinden geleni söylese
dünyanın daha dürüst bir yer olacağı su götürmez bi gerçek.

peki daha yaşanır olur mu, bilemeyiz.
çünkü insanoğlunun aslında insan genlerinden çok da nasibini almamış bi kısmı
bu durumu kaldıramayacağından yaşayamıyoruz.

dünyaya daha önce geldi diye daha çok saygı duyulması gerektiğine
bi insan nasıl inanabilir anlamıyorum.
hadi adam gibi fikrini söyledin,
dayattın bile diyelim.
sonuna kadar saygıyı hakediyosun, amenna.

ama senin gibi düşünmeyen insanı sırf bi kaç yaş daha büyüksün diye
ağız dolusu ezikleyebiliyosan toplumdan tecrit edilmen gerekmiyo mu..

gerekmiyo işte.
sonra ben kendimi sivasın göbeğindeki,
pimapenli, beton, köşeli, 
şaayır hibbit evleri kadar alakasız hissediyorum.
sonra bi boş bakışlık, bi uzaylı gibi sesler çıkarma,
konuşmaları bi kkdiriririt diye bitirme.

yok, sivas da kesmez beni.
en iyisi yüzüğü kapıp yeni zelandaya gitmek.
yoksa uruk hai'ye bağlayıp yolda belde insanlara girişmek
işten bile değil..







9 yorum

ne ilk ne son bu sabah; ne çok öğrendi bu gönül, ne çok söndü ne çok yandı..

iyi geceler okuyucu..

çok öğrenilmiş, çok aldanılmış, çok şaşırılmış bi sabahın gecesi
ne kadar iyi olabiliyosa o kadar iyi geceler.

aylardır sormadım nasılsın,
yalnızca gelen maillere cevap verdim.
blogları dolaşmadım,
çok merak ettiğim halde kimsenin durumuyla ilgili mail atmadım.

hiç gelmedi yazasım, anlatasım.
o kadar çok değişmeyen şey oldu ki,
insanların zaten yerinde sayan onlarca durumu var
sen de yük olma sus otur dedim.

iyi şeyler de oldu elbette.
beriş konuşmaya başladı.
aile eşrafından ilk dedeyi seçerken kendine muhatap olarak,
kapitalist düzenin köpeği gibi mi yetiştiriyoz olm ya sıkıntısına sokacak şekilde
"ver" demeyi öğrendi.
ne bulsa veyh veyh diyip ellerini yumuk yaparak,
kirpiklerini kırpıştırarak istiyo olması şu an çok ağzı yenesi bi durum olsa da
yoo dostum,
benim yetiştirmek istediğim çocuk bu değil.
-yazarın içindeki nene burda devreye giriyo,
kim istediği çocuğu yetiştirebilmiş ki azizim..-

almasını ve istediğimizde bize getirmesini öğrettik.
arada kumanda falan lazım oluyo, yarayışlı olur diye düşündük.
dana yavrusu getiriyo,
elimize de koyuyo ama asla bırakmıyo.

ver minnoşum ver balım dedikçe suratımıza bön bön bakıyo.
almaya çalışınca da çığlık atıp geri kaçırıyo.
bu işe bi çözüm bulmamız lazım,
aksi takdirde başımız büyük belada patron!

iki dişi çıktı,
kendilerine her buldumcuk anne gibi dünyanın en değerli
pırlantası muamelesi yapmaktan geri kalmıyorum.
gayet uyuz bi şekilde zırıldanırken bile
"yhaa dişleri negadan da tatlı beee" diye ağzı açık ayran budalası gibi
öyle sırım sırım sırıtıp seyrediyorum.
ebet, annelik beyin hücrelerini öldürüyo.

ama inan okuyucu,
kalbe çok iyi geliyo.
böyle gereksiz bi mutluluk, vıttırılık,
sürekli aman çiçekler böcekler oh lala durumu siniyo üstüne.

bişeye sinirlenecek, gerilecek oluyosun.
çocuğun zerre umrunda değil el kadar sabi ne anlasın,
ama ay yavrum ne de içli baktı hissetti kesin gibi
uydurmanın dik alası içgüdülerle kendini dizginliyosun.

daha çok insanı durdurmayı öğreniyosun,
seni haksız yere üzmeye çalıştıklarında.
başkasına sinirlenip gücünü sadece sana yetirebildiklerinde.
aman nazım geçer diyerek aslında kullanmak istediklerinde.

senin hakkının, enerjinin, isteklerinin
artık sadece sana ait olmadığını anladığında
anne oluyosun okuyucu.
ve tek amacın ona ayıracağın pozitiflikten çaldırmamak oluyo.

ama bazen.
bazı sabahlar.

bazen kötü uyanıyosun.
bazen kötü gidiyo herşey.
bazen iyi olsun diye vazgeçtiğin onca isteğinin bi değeri olmadığını,
çok değersiz bi istekten senin için vazgeçilmediğinde
suratına çarpan tokatla anlıyosun.
sen herşeyi iyi yapmaya çalıştıkça,
aslında kullanılıyosun.

bazen sırf başkaları için harcadığın enerjiye
kendin için ihtiyaç duyuyosun.

yeni bi uğraşa,
yeni bi eve,
yeni insanlara,
yeni davranışlara.

en çok da tüm duvarlarını yıktığın insanların
sana duvar oluşuyla yıkılıyosun.

ama biliyosun, ne ilk ne son bu sabah.
ne çok öğreneceksin, ne çok söneceksin, ne çok yanacaksın.

ama yine biliyosun ki seni iyileştirecek tek şey
kendine olan inancın.

her defasında kanatlanırsın,
bu son sanarsın,
belki bu sefer aldanmazsın..








 
;